Varoluşçuluk İle Hümanizm Arasındaki İlişki
Bu yazımız da sizlere konuk bir yazarımızdan varoluşçuluk ile hümanizm arasındaki ilişkiyi anlatımını paylaşıyoruz. Bir sosyolog olan Murat SONSUZ’un kaleme aldığı yazıyı iyi okumalar.
Varoluşçuluk İle Hümanizm Arasındaki İlişki
Varoluşçuluk insanın öznel yaşantısı, dünya içindeki durumu ve ilişkileri ele alır. Her insan kendi özgünlüğüyle dünyayı eşit biçimde ele alır. “ Varoluş ” “öz”den önce gelir. Bu varoluşçuluğun temel çıkış noktasını oluşturur. Yani insanın özü, doğada rastladığımız tarihsel varlığından önce gelir.
“Varoluş” “öz”ü önceler. İnsan önce var olur, kendiyle karşılaşır ondan sonra kendi kendini tanımlar, özünü ortaya koyar. Egzistansiyalist anlayışa göre insan önceden tanımlanamaz, çünkü o başlangıçta hiçbir şey değildir. O ancak sonradan, gelişiminin ikinci evresinde bir şey olacak, kendisi nasıl olmak istiyorsa öyle olacaktır.
Buraya kadar varoluşçuluğun tanımına ilişkin bir giriş yapmış olduk. Hümanizmle bağlantısına gelince, öncelikle varoluşçuluğa yöneltilen eleştirileri ele alarak ve daha sonra varoluşçuluğu biraz daha derinden inceleyerek hümanizmle bağlantısını yakalamaya çalışalım. Yapılan eleştirilerde egzistansiyalizmin, insanları umutsuzluğa sürüklediği, öte yandan insanoğlunun kötü yanlarının belirtildiği, çirkinin, korkulunun hep ön planda tutulduğu ve insan doğasının aydınlık yanlarının arka planda tutulduğu yargıları bulunmaktadır.
Ayrıca egzistansiyalizmin insanca dayanışma değer vermeyerek insanın bireyselleştiğinin ve yalnızlığının ön planda tutulduğu belirtilmektedir. Hristiyan çevresinden yapılan yerlemelerde ise insanın giriştiği işlerin gerçeklik ve ciddiliğinin yadsınması vardır.
Yapılan bu eleştiriler varoluşçuluğun anlamının tamamen dışında önyargılar içerisinde, tutarsız söylemlerden oluşmaktadır. Eleştirilerde sözü edilen insan olgusunun bırakılmışlığının, yanlızlaştırıldığının aksine varoluşçuluk 20.yy’a varlık kavramını yeniden taşıyan bir felsefedir. Martin Heidegger’in varlık problemini felsefenin en büyük problemi olduğu düşüncesiyle Yunan dünyasına dönerek varlığı 20.yy’ın felsefi problemi haline tekrar dönüştürmesi ve kendinden sonraki varoluşçuların insan problemini yeniden ele alışı bu anlamda büyük önem taşımaktadır. Bu akımın temsilcilerinden J.Paul Sartre, kendi döneminde yapılan eleştirilere karşı makalelerinde cevap olmaya çalışmıştır.
Genel olarak incelendiği zaman varoluşçuluğun okunan her satırında insanoğlunun kendini bulmayla savaştığı ve kendisini yeniden yaratmaya çalıştığı okunmaktadır. Varoluşçuluğun ne kadar hümanist olup olmadığını, anlamını daha da derinleştirerek ve özellikle Sartre’ın makalelerinde cevap olarak yazdıklarını kendimize rehber ederek açmaya çalışalım.
“İnsan kendi kendini nasıl yaptıysa öyledir; başka türlü değil”
İnsan ilk önce öznel olarak yaşayan bir taslaktır: Bir insan taslağı. İnsan nasıl olmayı tasarladıysa ilkin odur, olmak isteyeceği değil. Bu Sartre’ın felsefesinde ”bilinç” dediği aşamadır. Özünü oluşturmadan önceki aşama. Sadece düşünen bir varlık olarak vardır. İnsan ne ise ondan sorumludur. Buradaki ilk iş her insanı varlığına sahip kılmak, bütün sorumluluğunu kendi omzuna almasını sağlamaktır.
İnsan kendinden sorumludur demek, onun bütün insanlardan sorumlu olduğunu kastetmektir. İnsan kendini seçer dediğimizde de, insan aynı zamanda bütün insanları seçer anlamını taşımaktadır. Bu ise Sartre’ın öz bilinç dediği aşamadır ki insan başkalarını bilir ve toplumsallaşma dediğimiz olgu ortaya çıkar.
İNSAN KENDİNİ SEÇERKEN BÜTÜN İNSANLARI DA SEÇER!
Kendine hesap veren insan, yalnız kendini seçen değil kendisiyle birlikte bütün insanlığı seçen bir yasa koyucu olduğunu bilen insan, tam ve derin bir sorumluluk duygusundan sakınamaz.
Daha derin olarak denilebilir ki, insan özgürdür. Varoluş özden önce geliyorsa insan doğasına dayanarak bir belirlenimde bulunmak zordur. İnsan özgürdür ve özgür olmaya mahkûmdur. Çünkü kendi kendini yaratmış değildir. Yine özgürdür çünkü yeryüzüne gelmekle yaptığı her şeyden sorumludur.
Egzistansiyalizm, bırakılmışlığı barındırmaz aksine reddeder. Çünkü tutkunun amansız gücüne inanmaz. İnsan tutkusundan sorumludur. Özünü oluşturan insan her türlü tutku ve bağlanmaktan kendini aşındırır. Aksi halde insan tamamıyla bırakılmışlıkla yüz yüze kalır. Umutsuzluk ise kendi istemimize bağlı şeylere güvenmek ya da eylemimizi mümkün kılan bütün olasılıklarla yetinmek durumunda olmaktır.
Burada Descartes’in “Dünyadan önce kendimizi yenelim.” sözü en güzel cevaptır. Anlamı şudur: Umuda kapılmadan işe girişmek. Umutsuzluk kendiliğinden ortadan kalkmaktadır. Tüm bunlara karşılık egzistansiyalizm, insanları yalnız gerçekliğin önemli olduğunu düşünmeye alıştırır. Düşler, bekleyişler, umutlar insanı ancak çıkmayan düş, boşa çıkan bekleyiş, suya düşen umut olarak umutsuz bir şekilde tanımlamaya yarar.
Egzistansiyalizmi hümanizma olgusu çerçevesinde inceleyerek olursak, öncelikle hümanizmanın konuyla bağlantılı anlamını ele almalıyız: İnsan sürekli olarak kendi dışındadır, o kendisini tasarlayarak, kendi dışında kendini yitirerek kendini var eder, insanı bulur. Aşkın amaçlar peşinde koşarak varoluşa kavuşur. İnsan bu sınırı “aşma”dır. Humen benlik evrenin dışında hiçbir şey yoktur!
Aşkınlığın, insan varlığını korumak anlamında bu bağlanışı, insanın kendi içinde kapalı olmayıp her zaman bir humen evrende hazır olduğu anlamında bir bağlanıştır ki egzistansiyalist hümanizma adını alır.İnsan kendini yeniden bulmalıdır. Onu kendinden kurtaracak hiçbir güç bulunmadığına inanmalıdır. Bu anlamda varoluşçuluk bir iyimserliktir, bir eylem planıdır.
Mustafa SONSUZ
SOSYOLOG
Değerler eğitimi, sosyoloji ve felsefe konulu diğer yazı ve makalelerimiz de ilginizi çekebilir.
EVLİLİKLERDE EŞLER ARASI UYUMUN BAZI DEĞİŞKENLER BAKIMINDAN İNCELENMESİ başlıklı ve Oyunların Kuşaklar Arasındaki Değişimi Sosyoloji alanındaki TUBİTAK projelerimizi gördünüz mü?
Konu hakkındaki yorumlarını bekliyoruz.